31 Mart 2012 Cumartesi

TÜRKİYE'NİN ESAS MESELESİ

Bir soru sorulsa; “ülkemizin en mühim meselesi nedir” diye hiç şüphesiz herkes kendine göre bir cevap verecektir.
Bana göre en mühim meselemiz ise “kimlik” meselesidir.
Bazıları ekonomiyi,bazıları temel hakları ve hürriyetleri,kimisi de isminde bile mutabık kalınamayan “güneydoğu,terör,kürt meselesi” gibi kavramlarla ifade edilen konuyu ön plana alır.
Oysa az önce ifade ettiğim gibi benim bakış açıma göre en önemli mevzu kimlik meselemizdir.
Rahmetli Ahmet Kabaklı’nın bir kitabı vardır.İsmi “Temellerin Duruşması.”
Aynen bu kitabın ismindeki gibi temellerin duruşmasını gerçekleştirmediğimiz sürece Türkiye’nin esas meselesini tam olarak tesbit edemeyiz.
Mülkiye’de okurken bir hocamız vardı.Hala hayatta sanıyorum,Allah afiyet versin.Prof.Sina Akşin.Siyasi Tarih derslerimize girerdi.
Bu hocamızın bir dersinde Vahideddin Efendi’nin aslında vatan haini olmadığını,Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya bilinçli olarak,üstelik para da vererek gönderdiğini savunmuştum. Bu tezimi de Murat Belge’nin ortaya koyduğu bir belgeye dayanarak dile getirmiştim.
O dersten hemen sonra ve daima bana “o ümmetçi arkadaş nerede” diyerek yaklaşmaya başlamıştı.
İşte Türkiye’nin meselesi buydu.Bir profesörün,belgeyle konuşsa da bir öğrencisine yaklaşımındaki bu önyargı ve kimlik çatışması meselesiydi Türkiye’nin temel meselesi.
Türkiye’nin esas problemi,dağa-taşa kazınıp içinin boş bırakıldığı “ne mutlu Türküm diyene” deyişindeki sığlık idi.Boşluk idi.
İngiliz Lawrence’lerin birlik içerisindeki bu geniş İslam Toplumu’na attığı ırkçı ve faşist fitne tohumlarıydı ülkemin meselesi.
Osmanlı payitahtında Abdulhamit Han’ı devirip arkasından “Kızıl Sultan” yaftalamasıyla karalayan karanlık odakların İttihat ve Terakki gibi bu büyük “milleti” 15 senede tarihin derinliklerine gömen bir güruhu ortaya çıkarmasıydı esas problem.
Ve elbette Cumhuriyet’i kurduktan sonra yapılan bazı hataların doğurduğu derin mevzulardı bizim meselemiz.
İşte bu büyük,derin ve esaslı “kimlik meselemiz”den bugün bir başka faşist yaklaşım doğmuştur.
Şu anda memleketin idaresi bir ksım sözümona Kürt politikacıların eline verilse ve “haydi bakalım,iktidar sizsiniz;çözün şu meseleyi!” denilse yapacakları şey herşeyi tersinden uygulamak ve doğusuyla,batısıyla Türkiye’nin dört bir yanını “ne mutlu Kürdüm diyene” sloganıyla doldurmak olacaktı şüphesiz.
İşte bizim esas meselemiz budur.
Ne Kürt meselesidir,ne Güneydoğu sorunudur,ne terör hadisesidir,ne de ekonomi meselesidir.
Elbette bunların hepsi bu esaslı mevzunun birer parçasıdır.Ama asla temeli,esası değildir.
Ağacın dalları değil,köküdür bizim görmemiz gereken.
Bugüne kadar,Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesi meseleyi kendince ele almış ve maalesef kronik bir problem haline getirmiştir.
Şimdilerde yaşanan gel-gitler,meseleyi tartışma biçimleri bu bağnaz bakış açısından kurtulup farklı bir yaklaşımla çözümler ortaya koyma çabalarından kaynaklanmaktadır.
Tabii tam bu süreçte,Ergenekon ve Balyoz gibi davaların görülme sürecinin nasıl neticeleneceği önem arzetmektedir.Ülke olarak nerelere kadar ilerleyip, Türkiye’yi bugün neredeyse işin içinden çıkılmaz hale sokan bu karanlık tablodan kurtulma basiret ve iradesini ne kadar gösterebileceğiz;bu önemlidir.
Ve hiç şüphe yoktur ki Türkiye olarak bizi on yıllardan beri derinden sarsan,ekonomik ve insani kaynaklarımızın bu yollarda eritilmesine neden olan bu esaslı mevzunun ana kaynağı, ülkemizin özüne sirayet etmeye işin başından beri çaba gösteren o derin güçlerin açığa çıkartılması ile mümkün olacaktır.
Demokrasiyi ne kadar gerçek manada oluşturabilirsek,insan hakkının,hukukunun ve adaletin sağlanmasını ne kadar hassasiyetle gerçekleştirebilirsek,meselelere kalıplar bazında siyasi önyargılarla ya da tarafgir nazarlarla değil,sadece insan odaklı bakarsak o zaman bu derin problemi aşmış olacağız kuşkusuz.
Ve bu derin problemi Kuzey Irak’taki özerk bölgenin tarihi sürecinden,bugünlerde Suriye’de yaşanan hadiselerden,İran konusundan ayrı asla düşünmemeliyiz.
Bu mevzu Türkiye olarak bizim,hem en tehlikeli meselemiz,hem de aynı zamanda çözebildiğimiz anda en büyük güçlerden biri olmamızın tetikleyicisi vaziyetindedir.
Akıllı ve ferasetli bir politika ile,kırıp dökmeden,ama kötü niyetli bir kısım odaklara ve onların maşalarına da asla taviz vermeden yürütmemiz gerekmektedir bu süreci.Hassas bir süreçtir.
Ekonomik gelişmemiz ve demokrasi standardımızın yükseltilmesi bu meselenin çözümünden en önemli iki unsurdur.
Bu Türkiye’nin “yeniden varoluşunun”,ama “yeni Türkiye olarak varoluşunun” mutlak şartıdır.

4 Mart 2012 Pazar

İNSAN VE SİYASET

İnsan ne kadar enteresan varlık.
Her şey insanın etrafında dönüyor adeta ve her şey onunla mana kazanıyor.Zaten insan olmasaydı şüphesiz bunları da konuşmayacaktık.
Tabii bu kadar merkezi bir varlık olan insanın bu durumu önünde sonunda “peki ama insan ne için var?” sorusunu kaçınılmaz kılıyor.
İnsan olarak neyin peşinde olacağız?
Bunu çözmek için insanlık tarihine bakmamız yeterli.
Büyük savaşlar ne için yapılmış?
Peygamberler gelip geçmiş;kimi peygamberin çok sınırlı sayıda takipçisi varken,bazı peygamberlerin ise hükümdarlıkla beraber dünya üzerinde çok muhteşem bir tarihleri olmuş.
Elbette işin dünyevi boyutunun çok ötesinde ebediyet çizgisini ilgilendiren,o tarafa insanları motive eden çok yüksek,çok idealist ve derin manaları kapsamıştır tüm bu cereyanlar.
Ve Fransız Devrim’i,Aydınlanma Dönemleri,Pozitivizm akımları ve Komünizm akımları...
Tüm bunlar öyle veya böyle “eşitlik,kardeşlik,özgürlük” ideallerini benimsemişler.
Bütün bunlar gösteriyor ki insanlığın daima bir hedefi,gayesi olmuş.İster dünyevi bağlamda,isterse uhrevi boyutuyla.
İster inançlı bir varlığın hedefleri olarak,isterse de inanmayan,ama insan olarak yine de yüksek gayelerin peşinde koşan varlıklar olarak.
Ama işte tam bu noktada,insanoğlunun nefsani arzularıyla vicdani emellerinin dengesinin bir mücadelesi de izlemiş bu tarih çizgisini.
Zaman zaman emperyalist,sömürgeci büyük savaşlar yaşanırken dünyada,kimi zaman sadece hakkaniyet ve adaletin savaşları cereyan etmiş.
Ve bu hareketlerin tabii sonucu olarak yanılmalar,aldanmalar,ihtilaflar ve daha kötüsü ihanetler de yaşanmış tarihte.
Siyaset ise bütün bu kavramların tam ortasında yer alan kavram olmuş.
Bu bağlamda siyaseti,henüz nefsini vicdanının kontrolüne sokamayanlar yaptığında,faşist,anarşist,komünist gibi başıboş ideallerle gerçekleştirme amacını taşıyanlar olduğu gibi müslümanlar için düşündüğümüzde tamamen ideal hak ve hakikat,adalet duygularıyla gerçekleştirme peşinde koşanlar da olmuş.
Bir bakıma siyasi tarih de bu çatışmaların ekseninde cereyan etmiştir.
Tabii en hain,gafil ve zavallı grup ise ne beşeri ideallerle siyaset yapanlar ne de dini gayelerle yüksek hedefler için çabalayanlar olmuştur.
En hain ve zavallı grup;esasen aynı zamanda en tehlikeli grup da,her dönemde her kılığa bürünebilen,zamana göre hareket eden,menfaatlerini en ön planda tutan,pragmatik,oportünist,fırsatçı ve “dün dündür,bugün bugün” lafına yapışmış tiplerdir.İşte bunlardan Allah’a sığınıyorum şahsen.
Bunların asla bir hedefleri yoktur.Asla daimi dostları ve vefa duyguları da yoktur.
Fedakarlık nedir bilmezler.
Diğergamlıkdan bihaberdirler.
Yüksek gayeler uğruna her şeyi göze alabilme cesaretleri yoktur.
Tek geçer akçe her an menfaatlerini nasıl sağlayacaklarının hesabı vardır.
Bu yönüyle samimi de değillerdir,hasbi de.Gönül adamı,gönül eri olamazlar.
Şahıslarından,aşağılık nefislerinden vazgeçemezler.
Derin tefekkürden yoksundurlar.Birlik ruhu taşımazlar.
Satarlar,alırlar.
Ama yüksek fikirler taşımazlar.Çünkü bu az buçuk kalmış olan vicdanları için ağır bir yük teşkil eder.
Dün arkadan hançerlerler,bugün yeri gelir utanmadan överler,şımartırlar,aldatırlar.
Tek bir gayeleri vardır:
Bireysel hazzın gerçekleşmesinin tek aracı olan menfaatleri!
İşte siyasette her ne kadar çok zor olduğunu bilsem de,benim tek gayem bu tiplerle sonuna kadar mücadeledir.
Siyasetin yüksek gayeli idael bir alan olması için gayrettir.
Başka da bir hedefim yoktur ve bunun için makama bağlı olmayan siyaset anlayışının bir neferiyim.
Bugün dört bir yanı sarmış olan o pragmatik benmerkezciler varoldukça bu mücadele kaçınılmazdır.