6 Aralık 2013 Cuma

VESAYETÇİ GELENEKTEN DEMOKRATİK CUMHURİYETE

Türkiye Cumhuriyeti tarihi ilginç bir inceleme konusu. Kuruluş yıllarından bugüne kadar geçen 90 yıllık kısa tarihine neler sığdırmıştır bu Cumhuriyet.
İlk siyasi partilerin kurulup kapatılması.
Tek parti iktidarının günün şartları içerisindeki karakteri.
Ama en önemlisi elbette 1950 yılındaki Demokrat Parti iktidarı olsa gerek. Tabii on yıllık istikrarlı dönemin akabinde gelen ilk askeri darbe:27 Mayıs askeri cuntası. 
12 Mart 1971 muhtırası,
12 Eylül 1980 darbesi,
28 Şubat 1997 post modern darbesi ve nihayet 27 Nisan e-muhtırası etrafında gelişen siyasi hadiseler çok ilginç tecrübeler barındırıyor hiç şüphesiz. Bu hadiselerin bütünüyle ilgili çok şeyler yazılıp çizildi.Kitaplar değerli birer kaynak olarak raflarda duruyor. 
Ama bütün bunlardan çok daha önemli olan bir hadiseyi 2010 yılında yaşadık. 12 Eylül 2010’da halkın oylarıyla şekillenen ilk anayasa değişikliği gerçekleştirildi.Elbette 1961 anayasası ile 1982 anayasasının halkoyuna sunulduğu gerçeğini unutmuş değiliz.Ama bu iki anayasa da askeri darbe ortamında halkoyuna sunulduğu için gerçekçi bir uygulama sayılmaz. 
2010 yılındaki anayasa değişikliği neticesinde devletin vesayetçi geleneği ciddi anlamda kırıldı.Buna yönelik hukuki altyapısı da değiştirildi. Böyle olmakla beraber bugün,bir hakimin başörtülü olduğu gerekçesiyle bir avukatın duruşmaya girmesini engellemeye çalışması ve duruşmayı ertelemesi vesayetçi geleneğin sürdürülme gayretidir. Aynı şekilde öğrencisinin başörtülü olması nedeniyle dersine girmesini engellemek isteyen öğretim üyesi/görevlisi de bu vesayetçi geleneğin kalıntılarıdır. 
Ak Parti iktidarının büyük ve sabırla yürüttüğü mücadelenin sonucu olan 12 Eylül 2010 anayasa değişiklik referandumunu unutmak şüphe yok ki en büyük nankörlük olacaktır. En önemli sivil demokratik dönüşüme zemin hazırlayan 2010 anayasa değişikliğini unutup örneklerdeki hakim ya da öğretim üyesi üzerinden Ak Parti iktidarına eleştiri yöneltmek ne kadar adaletsiz bir tenkid olur.Ve kamuoyu nezdinde vicdansızca bir girişim olarak değerlendirilir. 
Aynen bunun gibi vesayetçi devlet geleneğinin en derin yapılarından olan Milli İstihbarat Teşkilatı üzerinden fişlenme bahanesiyle hükümeti tenkit etmek de acımasız bir tavır olsa gerek. Bütün bu bilinen süreçlere rağmen bir takım kötü niyetli fitne odaklarının sızdırmış olduğu ham belgelerle hükümeti yıpratma gayreti doğru bir yaklaşım olamaz. Vesayet rejimine karşı en büyük mücadeleyi birlikte vermiş ekiplerin bugün birbirine düşürülme hamlelerinin kimler tarafından organize edildiği malum.Ve bu taktiklerin en çok kimlere yarayacağı da malum. Dolayısıyla malumu ilam kabilinden olan bu hususun samimi ve halis çevrelerin ferasetine havalesi tabiidir. 
“Mümin ferasetli olur,bir delikten iki kez ısırılmaz.” düsturlarına rağmen bu konuların ısrarla işlenmesi perde gerisindeki fitne odaklarına işaret eder. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak, birlik ve beraberlik içerisinde demokrasi mücadelesini gerçekleştiren bizlere düşen esas görev bu puslu havalarda feraset ve basiret örneğini gösterip fitnenin derin merkezlerinin bu oyununa gelmemek olacaktır.